İMO 49. Olağan Genel Kurulu Tamamlandı
Eklenme Tarihi: 13/03/2024
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası 49. Olağan Genel Kurulu 9-10 Mart 2024 tarihlerinde Ankara`da gerçekleştirildi.
9 Mart Cumartesi günü Kocatepe Kültür Merkezinde başlayan Genel Kurulun Divan Başkanlığına Işıkhan Güler, Başkan Yardımcılıklarına Temel Pirli ve Eylem Gümüş Yılmaz, Yazman üyeliklere Ahmet Berdan Dinçyürek ve Ulaş Sari seçildi.
Saygı duruşu ve İstiklal Marşının ardından Genel Kurul gündemi onaya sunuldu. Gündemin onaylanmasının ardından İMO 48. Dönem Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç tarafından Genel Kurulun açılış konuşması yapıldı. Genel Kurula; TMMOB Başkanı Emin Koramaz, TMMOB 2. Başkanı Selçuk Uluata ve TMMOB Yürütme Kurulu Üyesi Özden Güngör, Kıbrıs Türk İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Abdullah Ekinci ve KTMMOB Genel Sekreteri Ahmed Erkmen ile 800`ün üzerinde Genel Kurul delegesi ve konuk katıldı.
Divan`a sunulan önergeleri görüşmek üzere; Bütçe Komisyonuna: Elif Ersoy (Başkan), Can Günak (Raportör), Orhan Şenol (Üye), Metin Soylu (Üye), Ahmet Ertürk (Üye); Yönetmelikler Komisyonuna: Anıl Şahin (Başkan), Rojda Varhan İçgil (Raportör), Soner Bilge (Üye), Sami Gültekin (Üye), Aycan Gündüz (Üye); Örgütlenme Komisyonuna: Taşkın Karadeniz (Başkan), Güzem Yaran (Raportör ) Serhat Fırat (Sözcü), Rojda Eser (Üye), Hakan Gün (Üye), Ana Sorunlar Komisyonuna: Özer Or (Başkan), Ökkeş Buğra Dalkıran (Raportör), Uğur Yılmaz (Üye), Rahmi Alper (Üye), İsmail Şeker (Üye) seçildi.
Genel Kurul tarafından oluşturulan geniş bir heyet Erdoğan Balcıoğlu öncülüğünde Odamız adına düzenlenen resmi törenle Anıtkabir`i ziyaret etti.
İMO Yönetim Kurulu Sekreter Üyesi Özer Akkuş Çalışma Raporunu, Denetleme Kurulu Başkanı Necat Gökhan Gürkaya ise Denetleme Kurulu Raporunu sundu.
39 delegenin söz alarak görüş ve değerlendirmelerini paylaştığı raporlar üzerine yapılan görüşmelerin tamamlanmasının ardından yapılan oylamada 48. Dönem Yönetim Kurulu oy birliği ile aklandı.
Daha sonra Genel Kurul tarafından çalışma komisyonlarının hazırladığı raporlar görüşülerek öneriler karara bağlandı. Ardından Oda Kurulları için adaylar tespit edilip tutanağa bağlandı ve ilan edildi.
49. Dönem Seçimleri, 10 Mart 2024 Pazar günü Oda Merkezinde gerçekleştirildi. Resmi olmayan seçim sonuçlarına göre;
Oda Yönetim Kurulu asıl üyeliklerine; Nusret Suna, Selçuk Uluata, Bülent Tatlı, Özer Akkuş, Jale Alel, Tansel Önal ve Evren Korkmazer
Oda Yönetim Kurulu yedek üyeliklerine; Anıl Şahin, Okan Çağrı Bozkurt, Zeynal Aksoy, Zafercan Atacan, Metehan Gündüz, İsmail Şeker, Özgür Kavşut
Onur Kurulu asıl üyeliklerine; Işıkhan Güler, Ali Fuat Günak, Hasan Akkar, Arif Emre Sağsöz, Turan Kapan
Onur Kurulu yedek üyeliklerine; Mustafa Baygeldi, Serkan Olkun, Mehmet Köseler, Mehmet Habip Canbilen, Uğur Yılmaz
Denetleme Kurulu asıl üyeliklerine; Orhan Şenol, Ergin Tatar, Şaban Erdal Yılmaz, Metin Korkmaz, Engin Fırat Ata, Gülçin Barbaros Ak, Aykut Akdağ, Abdülkadir Orhan, Ahmet Koray Doğan
Denetleme Kurulu yedek üyeliklerine; Saim Kaymak, Erdem toraman, Nuray Güneş Erol, Yüksel Sibel Karslıgil Taştan, Mihail Atik, Ali Aytaç Aydemir, Vedat Aydın Işık, Aycan Gündüz
Oda Danışma Kurulu üyeliklerine; Züber Akgöl, Hayati Karatokuş, Mustafa Çobanoğlu, Necati Atıcı, Hasan Aksungur, Veysel Özkan, Azmi Cihangir Aygın, Hatice Ülkü Özer, Hakkı Nadir Çelebi, Zeki Karadeniz, Oktay Gülağacı, Emin Fusun Sümer, Cihat Mazmanoğlu, Cevat Öncü, Okan Çağrı Bozkurt,
TMMOB Yönetim Kurulu üyeliklerine; Özgür Topçu, Serkan Olkun, Ali ihsan Aktürk,
TMMOB Yüksek Onur Kurulu üyeliğine Abdullah Bakır,
TMMOB Denetleme Kurulu üyeliğine Selim Tulumtaş seçildi.
Ana Sorunlar Komisyonu tarafından hazırlanan Genel Kurul Sonuç Bildirgesi için tıklayınız.
İMO 48. Dönem Yönetim Kurulu Başkanı Taner Yüzgeç’in konuşması:
Sayın Başkan,
Sayın Divan Kurulu Üyeleri,
Saygıdeğer Delegeler,
Değerli meslektaşlarım,
Değerli Konuklar,
Hepinizi 48. Dönem Yönetim Kurulu adına saygıyla ve dostlukla selamlıyorum.
İnşaat Mühendisleri Odasının 49. Genel Kuruluna hoş geldiniz.
49. Genel Kurulumuzu peş peşe yaşadığımız bizim için anlamalı olan iki yıldönümü dahilinde gerçekleştiriyoruz. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılı ve Odamızın 70. yaşı hepimize kutlu olsun.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının anısı önünde saygı ve minnetle eğilirken, 1 numaralı üyemiz ve kurucu başkanımız Hikmet Turat’dan bu yana Odamızı yaratan, geliştiren, kökleştiren ve bugün aramızda maalesef ki bulunamayan tüm meslektaşlarımızı, ağabeylerimizi, ablalarımızı saygı ve minnetle anıyorum.
Odamız, kökleri toplumun derinliklerine nüfuz etmiş 70 yıllık bir çınar. Bu çınarın kökleri yani toplumsal bağları öylesine güçlü ki, halk nezdinde itibarı ve güveni, tüm kurumlara nazaran her zaman en yukarılarda olmuştur. Bu 70 yıllık çınarın gölgesinde toplanan bizler, sırtımızı yasladığımız bu sağlam kurumun gücünü içimizde ve onu yüceltip geliştirmenin sorumluluğunu da omuzlarımızda taşıyoruz.
70 yılı geride bırakmak, 70 yıldır güçlenerek büyümek ve 70 yıldır halkın ve ülkenin yanında yer alarak mesleği ve meslektaşı geliştirmek için mücadele etmek bizim gibi ülkelerde kolay değildir. Çok yoğun bir çabayı gerektirir. Dayanışmayı ve iş birliğini gerektirir. Örgütlülüğü ve inancı gerektirir.
İşte bu sebeple bir teşekkür borcumu ödemek isterim.
48. Dönemin zorlu koşullarına rağmen Odamız organlarında, Odamızı temsilen TMMOB Kurullarında, Odamız kurul ve komisyonlarında, Şubelerimizde ve Temsilciliklerimizde görev üstlenip bilgisini, birikimini ve emeğini esirgemeden çalışıp katkı koyan tüm meslektaşlarıma ve Yönetim Kurulundaki çalışma arkadaşlarıma huzurlarınızda şükranlarımı sunuyorum.
Ve ayrıca son dönemlerde ekonomik kıskaç altına alınan Odamızda fedakârca görev yapan tüm emekçi kardeşlerime de teşekkürü bir borç biliyorum.
Değerli meslektaşlarım,
Anadolu coğrafyası medeniyetlere beşiklik ettiği kadar depremlere de beşiklik etmektedir. Hani tarihçilerin, siyasetçilerin söyledikleri bir söz var ya; “Coğrafya kaderdir” diye, bizim ve bizden önceki pek çok uygarlığın kurulmasına imkân sağlayan bu muhteşem topraklar, yarattığı depremlerle onların yıkılmalarına da vesile olmuştur. Anadolu toprakları her defasında yıkılıp yeniden yapılmaktan yorulmuştur artık.
Geçtiğimiz sene 6 Şubat sabahı, Cumhuriyet tarihinin büyüklük bakımından ikinci ancak yaratmış olduğu tahribat açısından ilk sırasında yer alan 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremleriyle sarsıldık.
Resmi rakamlara göre 53 binden fazla insanımız hayatını kaybetti. (Anıları önünde saygıyla eğiliyorum.) 40 bin civarında bina yıkıldı, deprem sonrası acil yıkılanlarla bu rakam 60 bin civarına ulaştı, 200 binden fazla bina da ağır hasar almıştır ve bu binaların hala yıkımı devam etmektedir. Cumhurbaşkanlığı verilerine göre maddi kaybın 104 milyar doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bu 104 milyar doların 5’te 1 mertebesinde bir bütçeyi, üstelik uzun yıllara yayılı olarak deprem önlemleri için kullanabilseydik bugün 6 Şubat depremlerinin yıkıcı sonuçlarını değil, böylesi büyük depremler karşında bile asgari kayıp ve hasarla atlatabilmenin haklı gururunu yaşıyor olabilirdik.
Değerli meslektaşlarım,
Zamanla rakamlara alışıyoruz ya da rakamların büyüklüğü belli bir aşamadan sonra anlamını kaybediyor. İnsan kayıpları da yapısal kayıplarımız da belli bir noktadan sonra sayıya dönüşüyor ve somut kavramlar olmaktan çıkıp soyut rakamlara dönüşebiliyor. Bu algıya kapılmayanlar ya bu depremleri yaşayanlar veya şahit olup acıyı paylaşanlar ya da bizim gibi şehirleşme ve yapılaşmayla uğraş veren meslek mensupları olmaktadır.
Çünkü bizler yapılarımızı tasarlarken de inşa ederken de bir kişinin bile hayatını kaybetmemesi için çalışırız. Bu yüzden yıkılan her yapı, kaybedilen her yaşam bizleri derinden etkiler ve her seferinde meseleleri kökten sorgulamamızı sağlar. Bizler matematik hesaplarından, fizik, kimya formüllerinden oluşan bir hesap makinası değiliz. Bizler her planlamada her tasımda her şantiyede hayatı yeniden kurguluyor ve yaratıyoruz. Ancak yarattığımız kentler ve yapılar hayatın kendisi değil düşmanı oluyorsa kendimiz dahil tüm sistemi sorgulamamız gerekiyor.
Değerli meslektaşlarım,
Küçük ya da büyük yıkıma sebebiyet veren tüm depremlerde görünür ortak sebepler hep aynıdır.
Bunları; Zayıf Zemin Koşulları, Malzeme Zafiyetleri, Konstrüktif Zafiyetler, Yapı Düzensizlikleri Sonradan Yapılan Bilinçsiz Tadilat ve Müdahaleler, Yıpranmışlık ve Bakımsızlık olarak tasnifleyebiliriz.
Bu teknik sebeplerin birden fazlasının bir araya gelmesi hasar oranlarının artmasına veya yıkıma neden olmaktadır. Hemen hemen her depremde aynı teknik nedenleri gözlemliyor ve söylüyorsak bunda mühendislik sorunlarının ötesinde temel sorunlar var demektir ki, bunu da sistemsel sorunlar olarak adlandırıyoruz.
Sistemi sorgulamazsak, sistem bizi sorgular. Nitekim yapılan da budur. Bugün sistem ve onun aktörleri meseleyi mühendislik zafiyeti olarak lanse etmekte ve dolayısıyla mühendisleri ve mimarları cezalandırmaya çalışmaktadır. Siyasi irade sorumluluklarından ısrarla kaçınmaktadır. Sorumluluklarından kaçındıkları gibi, bir daha yaşanmaması için yapılaşma sistemini ve kültürünü değiştirmek doğrultusunda hiçbir anlamlı adım atmamaktadır.
Değerli meslektaşlarım,
İnsanların beslenme dışında refahını belirleyen üç temel ihtiyacı vardır: Barınma, sağlık ve eğitim. Bu üç temel ihtiyacın karşılanması için serbest piyasaların devreye sokulması dünyada işlemediği gibi ülkemizde de işlememiştir.
Konut sorununu serbest piyasa ilişkileri dahilinde çözmeye çalışmak kuralsızlığı veya kuralların göstermelikleşmesini baştan kabul etmektir.
Etüdünden, projesinden, inşasından denetimine kadar bir yapının tüm süreçlerinde zafiyet yaşanmasına zemin oluşturan durum budur. Ayrıca bu durum bir türlü önlenemeyen kaçak yapılaşmanın ve çarpık kentleşmenin de önünü açmaktadır.
Konutlar sosyal yaşam içinde tek tek bir anlam içermezler, toplu hâlde bir arada ortaya çıkan nitelikleri ile değer kazanırlar.
Doğru şehirleşme insanların sağlıklı, fonksiyonel ve estetik bir ortamda kendi konutlarında bir yaşam sürmelerine imkân verir. Bir ülkenin görünen modernleşmesi sokaklarından başlamaktadır. Sağlıklı kentleşme; dağınık, bağlantısız, gelişi güzel kişisel tercihlerden ziyade, belirli bir planlama içinde yapılması halinde ortaya çıkmaktadır.
Yani şehirleşme bugünkü iktidarın anladığı anlamda inşaat şirketlerinin yayılma stratejilerine bağlı gelişen bir konut yığma durumu değildir. Mevcut hâliyle Türkiye’de şehirleşmeye temel rengini veren planlama ve sosyal refahtan ziyade şehir rantının boyutu ve niteliğidir.
Birçok alanda olduğu gibi, iktidarın ülke geneline yayılan ve sosyal refahı referans alan bir şehirleşme stratejisi hiç olmadı. Özellikle kalkınma aşamasındaki ülkeler için kentleşme eğer iyi yönetilmezse, hızlı ve aşırı göç, çarpık yapılaşma ve iktisadi/sosyal gettolaşma gibi sorunlar üstesinden gelinmesi zor bir meseleye dönüşüyor. Bu durum özellikle büyük kentlerdeki risk potansiyelini artırırken, boşalan Anadolu kentlerinde ise riskli yapı stokunun dönüşümünü önemsizleşmektedir.
Riskli yapı stokumuzun varlığı ve çok yüksek oranlarda olması 10 yıllardır bilinen bir gerçektir. Bu stoku önce tespit edip sonra müdahale etmek, devletin 10 yıllardır öngördüğü ya da planladığı bir durum olmasına karşın yapılan çalışmalar son derece sınırlı kalmıştır.
Resmi raporlarda 10 milyonluk toplam yapı stokumuz içinde 6-7 milyonluk riskli yapı olduğu tahmin edilmektedir. Fakat buna karşın son 11 yıl içerisinde ülke genelinde sadece 238 bin civarında riskli yapıya “Kentsel Dönüşüm” adı altında müdahale edilerek yenilenmesi sağlanmıştır. Yani 2012 yılından bu yana riskli olduğu varsayılan yapı miktarının sadece %3-4 civarındaki kısmı yenilenebilmiştir.
Kaldı ki yapılan kentsel dönüşüm uygulamalarının doğruluğu ve sağlıklılığı şüphe götürür niteliktedir. Çünkü riskli yapı veya riskli bölge tespiti yapılmadan gerçekleştirilen kentsel dönüşümler sadece ve sadece rantı yüksek bölgelerle sınırlı kalmıştır. Bu dönüşüm öyle bir hal almıştır ki, çoğu riskli bölgelerde çivi dahi çakılmazken, kıymetli bölgelerde rant getirisinden faydalanmak için yeni binalar bile kitabına uydurularak yıkılıp yeniden yapılmıştır.
Son 12 yılda İstanbul’da riskli olduğu iddiasıyla dönüştürülen bina oranı %13 civarında olmasına karşın, bu dönüşümlerle yaratılan rant değerinin 85 milyar dolar civarında olduğu söylenmektedir. Bu rakam İstanbul’daki 600 bin civarında olduğu düşünülen riskli yapının güvenli hale getirilmesi için ihtiyaç duyulan finansmanın birkaç katı büyüklüğündedir.
Değerli meslektaşlarım,
Hal böyle olunca deprem bizden önce riskli binaları buluyor ve bize ödettiği bedelin boyutları korkunç oluyor.
Örneğin 6 Şubat Depremlerinin en çok etkilediği iller olan Adıyaman, Kahramanmaraş, Hatay ve Malatya illerinde yıkılan bina oranlarının %5,2’ye, bu illerin genelinde kullanılamaz durumda olan yapıların oranlarının ise %32,3’e kadar yükseldiğini görüyoruz.
Ölçeği biraz daha küçültürsek örneğin Hatay’ın en çok hasar alan ilçelerine Antakya, Defne, Hassa ve Kırıkhan’a bakarsak, yıkılan bina oranlarının %10’a, bu ilçelerin genelinde kullanılamaz durumda olan yapıların oranlarının ise %51,6’ya kadar çıktığını görüyoruz.
Ülkemizde yapılaşma kültürünün hemen yer yerde aynı olduğu düşünülürse, Hatay ilindeki yıkım ve hasar oranlarının İstanbul depremi esnasında da realize olması halinde, ülkemiz gerçek bir beka sorunuyla karşı karşıya kalacaktır.
Değerli meslektaşlarım,
Riskli yapı stokundan bahsettik. Ancak merak edilen soru şudur; son 60 yılın eseri olan riskli yapı stoku neden yıllar içerisinde dönüşüp azalmamıştır?
Ülkemizde her yıl 100 bin civarında yeni yapı üretilmektedir. Acaba bunların bir kısmı riskli yapı stokumuzu beslemekte midir?
Üzülerek söylemek gerekirse: Evet!
Çünkü ülkemizdeki yapı üretim sisteminde çok ciddi sorunlar bulunmaktadır ve bunlar ise makyaj niteliğindeki düzeltmelerle giderilememektedir. İmarında, etüdünde, projesinde, inşasında, denetiminde ruhsatlandırılmasında yani her aşamasındaki sorunların temeli, yapının inşası ve bizatihi varlığı ile elde edilecek kâr ve rant getirisinin sınırlandırılamaz olmasındadır. Yani serbest piyasa düzeninin kuralları yok etme becerisinden kaynaklanmaktadır.
Mesela son 20 yılda yaygınlaştırılan yapı denetim düzeni, kısmi iyileştirmeler getirse de sağlıksız inşaat ve yapılaşma kültürünü değiştirmemiş, sadece devletin sorumluluğunu üzerinden atacağı mekanizmalar halini almıştır. Yapı denetim sistemi, yapı üretim sürecinin en temel ihtiyacı olan mühendislik ve mimarlık hizmetlerinin gerçekten verilmesini değil, mühendislerin, mimarların kağıt üzerinde sorumluluk almasını, bunu da cüzi ücretler karşılığında yapmasını tasarlamıştır. Çünkü mühendislik mimarlık hizmetleri maliyet artırıcı bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla fiilen inşaat süreçlerinin dışında tutulmaktadırlar.
Bunu en sarih bir biçimde açıklayan Ankara’da bir Müteahhit Derneği başkanı olmuştu. Yapı denetim sistemine son derece sınırlı bir iyileşme getiren “havuz sistemi” uygulamaya koyulduğu sıralarda bahsi geçen müteahhit derneği başkanı bundan yakınarak şöyle bir açıklama yapıyor:
“… Müteahhitler yaptıkları evi satarken serbest piyasa kuralları işliyor, talep olmadığında gerekirse zararına ev satıyor. Buna karşılık işi yaptırırken fiyat kırımı oluyor diye, yapı denetim firmaları lehine havuz sistemi oluşturuluyor, kotalar konuluyor. Serbest piyasa kuralları yerine katı devletçi kurallar devreye giriyor…” diyor.
Evet, işte mesele bu, yani serbest piyasa düzenin varlığı ve devamı için sermayenin önüne herhangi bir engel koyulmaması, varsa kaldırılması veya işlevsizleştirilmesi gerekmektedir.
Onlar açısından sorun, zaten oldukça düşük olan yapı denetim ücretlerinin daha da düşürülmesi değil, Yapı Denetim firmasının işini yapıp gerek teknik gerekse imar açısından uygunsuz imalatlara onay vermemesidir. Onlar için asıl kâr kaybı burada oluşmaktadır. Dolayısıyla denetim faaliyetini zaafa uğratmak ve işsizliği kronikleştirmek müteahhit ve siyasetçi ikilisinin temel hedefidir.
Sonuçta, yaratılan bataklıkta sivrisineklerin peşine düşerek meseleyi çözemeyiz.
Mevcut Yapı Denetim Yasası’nın öngördüğü, ticari yanı ağır basan yapı denetim şirketi modeli yerine; mesleğinde yetkin yapı denetçilerinin faaliyetlerine dayalı, meslek odalarının sürece etkin katılımını sağlayacak yeni bir model hayata geçirilmelidir.
Proje denetimi ve yapı denetimi birbirinden ayrılmalı, proje denetimi doğrudan kamu tarafından ve yetkin mühendisler eliyle yapılmalı, Yapı Denetim Kuruluşları ve Laboratuvarları doğrudan kamu kurumlarına karşı sorumlu olmalı ve onun denetiminde çalışmalı ve müteahhitlerle ekonomik bağı kesilmelidir.
Çünkü bir yapı; mülkiyeti ister devlette ister gerçek kişilerde, isterse özel kuruluşlarda olsun doğrudan toplumun güvenliğini, tarihini, kültürünü, konforunu, ekonomisini ve çevresini etkileyen/ilgilendiren bir varlıktır. Bu özelliklerinden dolayı yapılar bir kamusal varlıktır. İnşasına da denetimine de bu perspektifle bakılması gerekir.
Deprem tehdidine karşı güvenli kentler ve yapılaşma oluşturmak kolay olmayan, karmaşık ve maliyetli süreçlerdir. Fakat yapılamaz değildir. Üstelik çok uzun zamana yayılmadan da gerçekleştirilebilir. Ancak bunun için kaynakların doğru kullanılması, sorunlara bilimsel yaklaşılması ve toplumun genel menfaatlerinin gözetilmesi gerekmektedir.
Değerli arkadaşlarım,
Bundan iki yıl önce gerçekleştirdiğimiz 48. Genel Kurulun açılış konuşmasında şöyle bir tespitte bulunmuştum; “Ülkemiz önlem alma, afet riskini azaltma stratejisini ne yazık ki uzun zamandır terk etmiş durumdadır. Belli ki bu faaliyetler oya devşirilecek ya da ranta çevrilecek nitelikte değildir. Önlem alma stratejisini bir kenara koysak bile, üzülerek ifade ediyorum ki devletimiz afet sonrası müdahale kabiliyetini de kaybetmiş görünüyor.” demişim.
Tespitlerimizde, öngörülerimizde yanılmamış olmak, haklı çıkmak bizleri sevindirmiyor. Tam tersine bu işin sorumlularından daha fazla üzüyor. Depreme müdahale konusunda bundan tam 25 yıl önce gerçekleşmiş olan 99 Gölcük Depreminin bile gerisinde kalmış olmayı görmek derin çaresizlik duygusunu yaratıyor.
6 Şubat Depremlerinin enkazının altında sadece yöre halkı kalmadı. Ne yazık ki başta sorumlu kuruluşlar olmak üzere tüm devlet kurumlarımız da kaldı.
Depremin olduğu saatin hemen akabinde tüm Türkiye teyakkuz haline geçti. 6 Şubat Depremleri bir yönüyle de toplumun acılar, felaketler karşısında nasıl birleştiğini, acıyı ve kederi nasıl ortaklaştırabildiğini, yardımlaşma ve dayanışma kültürünün her şeye rağmen ne kadar gelişmiş olduğunu da göstermiş oldu. Her yurttaş, her kurum, örgütlü her kesim çağrı beklemeksizin yardımlaşma ve dayanışma çabasına girdi.
Ancak, toplumun dayanışması ve yaşanan felaket karşısında örgütlenme kabiliyeti ne acıdır ki sorumlu kurum ve kuruluşların önündeydi. Özellikle ilk hafta içerisinde, acil durum ve acil müdahale açısından görünen sorunların tarif edilebilir veya anlaşılabilir hiçbir yönü yoktu. Afet müdahale planlarının uygulanmadığına veya uygulanamadığına şahit olduk.
Değerli meslektaşlarım, değerli konuklar,
Afet sonrası çalışmalar, kuşkusuz afetin hemen akabinde yapılan arama-kurtarma, yardım ulaştırma, beslenme ve acil barınma ihtiyaçlarını karşılama ile sınırlı değildir.
Geçici yerleşim alanlarının kurulması, enkaz kaldırma işlemleri, altyapısal hizmetlerin yani elektrik, su, kanalizasyon, haberleşme ihtiyaçlarının karşılanması gibi faaliyetlerdeki sorunlar da kamuoyunun fazlasıyla gündemine giren konular oldu.
Aradan 1 yıl geçmesine rağmen eğitim, sağlık ve güvenlik ihtiyaçlarının da yeterince karşılanamıyor olması bir başka giderilememiş sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Afet sonrasının ileriki çalışmalarının ise, şeffaflık ve katılımcılık ilkeleri çerçevesinde yürütüldüğünü söylemek pek de mümkün değildir.
Bir yandan şehirlerin yeniden kurulması, yeni yerleşim alanlarının oluşturulması, konut ve işyeri ihtiyacının karşılanması konularında seçim öncesi verilen taahhütlerin ötelendiği görülürken, diğer yandan yapılan çalışmalarda sağlıklı kentleşme ve güvenli yapılaşma açısından kaygı verici örnekler bulunmaktadır.
Seçim zamanları ülkemiz, yurttaşın seçmene indirgendiği, seçmeninin oyunu almak için ise her şeyin mubah sayıldığı garip, tutarsız bir ortam haline dönüşmektedir. Geçtiğimiz sene yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri yöre insanlarının umudunu sömürüp beklentisini oya devşirme çabası ile geçmiştir.
Değerli meslektaşlarım,
Deprem sonrası yıkılan veya yıkılacak olan 674.416 bağımsız bölüme karşılık 319 binini 1 yıl içerisinde teslim etmek kaydıyla 650 bin konutun yapılacağı vaat edilmişti. Ancak Odamızın TOKİ kaynaklarından yaptığı araştırmaya göre, ihalesi yapılmış konut miktarının toplamda 108.936 adet olduğu ve bunlardan tamamlanma oranı %70’in üzerinde olan konut sayısının 25.119 adet olduğu anlaşılmaktadır. Yani kısa vadede bitirilip teslim edilebilecek konut miktarı TOKİ verilerine göre 25 bin civarındadır. Bu durum siyasilerin geçen yıl verdikleri sözlerin veya ortaya koydukları hedefin ancak %8’ine tekabül etmektedir. Bu durum konut ihtiyacının veya sorununun özellikle seçim dönemlerinde nasıl bir siyasi manipülasyon aracı haline getirildiğinin tipik göstergesidir.
Asılsız, afaki rakamlar ile propaganda yapmak siyasal iktidarın ne yazık ki bir alışkanlığı haline gelmiştir. Örneğin 2002 yılından bu yana TOKİ tarafından 1 milyon 200 bin konut yapılıp teslim edildiğine dair yapılan propagandayı bizzat TÜİK yalanlamaktadır. TÜİK verilerine göre, TOKİ ve Belediyeler gibi tüm devlet kurumları tarafından son 20 yılda üretilip teslim edilen konut sayısı 842 bin civarındadır.
…
Değerli meslektaşlarım,
6 Şubat Depremleri 2023 yılına damgasını vurmuş, gündemimizi büyük oranda belirlemiştir. Ancak sorunlarımız da mücadelemiz de bununla sınırlı kalmamıştır. Çünkü deprem dahil daha pek çok sorunumuzun kaynağı daha makro sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Bugün ülkemizdeki durumu anlatmaya pek gerek yok. Çünkü hepimiz iliklerimize kadar yaşıyoruz ve gözümüzün önünde cereyan ediyor bütün haksızlıklar ve hukuksuzluklar.
Ülkenin kaderini belirleyen tüm kararlar tek merkezden alınmakta, kamu gücünün yetkileri ise tek elden yürütülmektedir. Halk iradesi yok sayılmakta, kendi cenahından olmayan partiler, milletvekilleri, belediye yönetimleri, meslek kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, sivil toplum kuruluşları her türlü baskıya maruz bıraktırılırken, bir avuç çıkar çevresi, tarikat ve cemaat camiası yasal olsun olmasın her hakka ve imkana sahip durumdadır.
Cumhuriyetin birikim ve deneyimini taşıyan bütün kurumların içi boşaltılmıştır. Demokratik mekanizmalar felç edilerek demokratik siyaset alanı iktidar yandaşları dışında kalan tüm kesimlere kapatılmıştır. Yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılarak mahkemeler siyasetin baskı aracı haline dönüştürülmüştür.
En son, hepimiz adına bedel ödemeye mahkum edilen Gezi Davası tutuklularından Can Atalay’ın Ana Yasa Mahkemesi Kararlarına rağmen serbest bırakılmaması örneğinde olduğu gibi bugün Anayasa resmen ve fiilen rafa kaldırılmıştır.
Toplumsal alanda kutuplaştırma siyaseti izlenmekte, toplumun tüm kesimleri birbirlerine düşman haline getirilmektedir. Toplumsal barış, huzur, istikrar ve kalkınmanın teminatı olan laiklik, başta eğitim olmak üzere tüm alanlardan çıkarılmaktadır.
Evlatlarımız gerici yobaz bir eğitim sistemine mahkum edilmekte, hilafet-şeriat bayrakları altında naralar atılmaktadır. Ekonomi de dahil olmak üzere tüm sosyal ve toplumsal alanlar dini referanslara göre şekillendirilmektedir. Ülkemiz derin bir karanlığa gömülürken 100 yıllık Cumhuriyet değerleri tahrip edilmektedir.
Türkiye yaşamakta olduğu bu siyasi atmosferin yanı sıra tarihinin en ağır ekonomik buhranıyla da karşı karşıyadır. Elbette ki bu kriz ortamına bir gecede gelinmemiştir.
Ülke ekonomisi, özellikle son 20 yılda uluslararası sermayeye muhtaç edilerek, üretim yerine rant ekonomisi haline dönüştürülmesi sonucu; iktisadi yapımız iflas noktasına getirilmiştir.
2023 yılı verilerine göre toplumun %20’lik en yüksek kesimi gelirlerin %49,8’ini alırken, geri kalan %80’lik çoğunluk yoksulluk ve pahalılığa mahkum edilmiştir.
Bu siyasi ve ekonomik tablo meslektaşlarımızı da derinden etkilemektedir. Meslektaşlarımızın da dahilinde olduğu orta sınıflar son 20 yılda hızla yoksullaşmış durumdadır.
Faal haldeki İnşaat Mühendislerinin %75’i (ağırlıklı olarak özel sektörde olmak üzere) ücretli olarak çalışmaktadır. Bu meslektaşlarımızın %72’si ise Türk-İş’in belirlediği yoksulluk sınırının altında gelirlere sahiptir. İşsizlik oranları 2023 yılında birkaç puan düşse bile hala %20’ler civarındadır. İşsizlik gençler ve kadınlar arasında çok daha yüksek durumdadır.
Bütün bu iktisadi siyasi tablo ülkeye ve mesleğe karşı umutsuzluğu da doğurmaktadır. 35 yaş altı genç mühendislerin %82’si yurt dışına gitmeyi arzulamaktadır. Bunların %80’i ise AB ülkeleri, ABD ve Kanada’ya gitmek istemektedir. Yani meslektaşlarımız da her insan gibi mesleğini yaparken hem refahı arzu ediyor hem de demokrasi ve insana saygılı bir yaşamı.
Değerli meslektaşlarım,
Odamızın en tanınan üyesi herhalde Süleyman Demirel’dir. Türkiye’deki sağ siyaset anlayışının duayeni olan Demirel, kimi zaman muhalefet lideri, kimi zaman Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak ülkenin 40 yılına damgasını vurmuştu. Geçmişinde TMMOB ve Odamızla oldukça çalkantılı ilişkileri olan Demirel demokrasinin ne olduğunu ancak onu kaybettikten sonra anlamış ve 1992 yılında Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinin 32. Genel Kuruluna gelerek Başbakan sıfatıyla şöyle bir konuşma yapmıştı.
“… Biz aslında örgütlü toplum istiyoruz. Örgütlü toplum olmadığı zaman zaten Demokrasi ayakta durmuyor. Demokrasiye herkes sahip çıkarsa ancak, demokrasiyi ayakta tutmak mümkün. Neme lazım kim ne yaparsa yapsın diyen meslek kuruluşlarıyla demokrasi ayakta durmuyor. O yıkılınca da herkesin üstüne birden yıkılıyor. Yani, nemelazımcılar bir kenarda kalmıyor. Bunun içindir ki, örgütlü toplum, konuşan toplum bizi rahatsız etmez. Çünkü bizim varmak istediğimiz şeydir. Onun içindir ki bizim ayıpsız bir demokrasiyi, eksiksiz bir demokrasiyi ve geçmişin arızalarından temizlenmiş bir demokrasiyi kurma gibi bir görevimiz var…” diyor Süleyman Demirel.
Değerli dostlarım aklın yolu bir. Yol gösterenimiz akıl, bilim, vicdan ve halk sevgisi olursa bu yolda birlik olmak mümkündür. Aksi takdirde hepimizin üstüne yıkılacak bir çöküntüden hiçbirimiz kurtulamayız.
Bilim ve mühendislik, vicdan ve kamusal fayda ile bütünleştirilmediği takdirde tehlikeli bir manipülasyon aracı haline de dönüşebilmektedir.
Erzincan İliç faciası bunun tipik örneklerindendir. Kanal İstanbul, Kaz Dağları, Belen Ormanları, İkizdere Vadisi ve daha sıralanabilecek pek çok proje için verilen ÇED raporlarını hazırlayanalar mühendislik ve bilim camiasından çıkmaktadır.
Unutulmamalıdır ki iktidar sahipleri her zaman, kafasına göre hakim, kafasına göre imam bulabildiği gibi kafasına göre mühendis ve bilim adamı bulabilir. Bu insanlar Erzincan İliç’te olduğu gibi fay hatlarını ve su havzalarını görmezden gelebilir. Liç yığınları için yanlış kapasite raporu verebilir. Bu insanlar Kanal İstanbul’da olduğu gibi imkanı olmayan mühendislik çözümlemeleriyle, saçma sapan maliyet analizleriyle, doğa, çevre, deprem, kentleşme, ulaşım, altyapı gibi kavramlardan bihaber öneriler getirebilir. İyidere de göz göre göre yalan söyleyip olmayan bir ihtiyaç yaratabilir.
Bu insanlar iktidar sahiplerine yol göstermek danışmalık yapmak için değil onların kararlarını meşrulaştırmak amacıyla kullanılırlar.
Tüm bunlara karşı, bilimin ve mühendisliğin savunulabilmesi için bile örgütlü bir yapı, “dur bakalım” diyebilecek bir meslek odası gereklidir.
Değerli meslektaşlarım, her alanda devasa sorunlarımız var ve bu sorunlar bizi bekliyor;
Meslektaşlarımızın bizden beklentisi var!
Mesleğimizin bizden beklentisi var!
Toplumun bizden beklentisi var!
Doğanın, çevrenin bizden beklentisi var!
Demokrasi mücadelesinin bizden beklentisi var!
Ülkenin bizden beklentisi var!
Sessiz kalamayız, sessiz kalmayacağız.
Örgütsel birikimimiz ve potansiyelimiz tüm bu beklentileri karşılamaya yetecektir. Yeter ki hep beraber harekete geçme azminde olalım.
Sözlerime son verirken, eşsiz insanların yaşadığı bu eşsiz coğrafyanın yani Anadolu’nun Ahmet Arif’in dizeleri aracılığı bize seslendiğine inandığım bir şiiri paylaşmak isterim.
Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadolu'yum ben,
Tanıyor musun?
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerdi, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hainin...
Dayan kitap ile,
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?
Genel Kurulumuza başarılar diliyor, hepinize saygılarımı sunuyorum.